Bu yazı
tamamen içimden geçenler, paylaşmak istediklerim ve telefonumun kalitesiz
kamerası ile çektiğim sanat açısından madara, manevi anlamda da bir o kadar
yukarıda fotoğraflardan ibarettir.
Ulucanlar Cezaevi
müzeye çevrildiği günden beri oraya gitmek görmek istemiştim. İki adımlık yol
olmasına rağmen bir türlü gidip görme fırsatını bulamamıştım. Bugün gittim.
Gördüm. Dışarıda yağmur yağıyordu, hızlı adımlarla girdim “müzenin” kapısından
içeri. Giriş için gişeye para ödedikten sonra yine hızlı adımlarla devam ettim.
İlk
koridorda üç dört adım kadar ilerledim geri döndüm. Sonra tekrar ilerledim.
Adımlarım titredi nefesim kesik kesik bir hale girdi. Yürüdüm koridordan ve
karış karış her yerini gezdim cezaevinin. Evet, karış karış gezdim ama
anlatamam karış karış. İçim ürperdi; hangi sokaktan geçtim hangi odalara girdim
bilmiyorum. Bülent Ecevit'in, Necip Fazıl'ın, Erdal Eren’in, Deniz Gezmiş'in
geçtiği yollardan geçmenin ürpertisini yaşadım. "Geçtiği yollar"dan
geçmenin ne zor olduğunu anlamaya çalışmak yordu aklımı. Orada solcu değildim
sağcı değildim dindar değildim ateist değildim. Orada insandım ben. Gözlerim
doldu burnumun direği sızladı. O şimdi "yapay" olan haykırışları
duydum bir daha gözüm doldu. Koğuşun içindeki prangayı gördüm bir daha gözüm
doldu, o maket fareyi gördüm bir daha doldu gözüm... Girdim o
"zindan"lardan birine dokundum duvara bir daha doldu gözüm. Fonda
Selda Bağcan çalıyordu "bugün görüş günüdür dost kardeş bir arada"
diyordu. Baktım görüş odasına sevgiyi hapsetmişlerdi camların demir
parmaklıkların ardına. Değildi dost kardeş bir arada...
Sevgisini
kazımıştı gencecik canlar duvarlara, girdikdikleri çıktıkları tarihleri
kazımışlardı. Yan yanaydı mutfakları ve tuvaletleri, yan yanaydı
zulüm ve merhamet.
"Hilton"dan
Ankara'ya baktım demir parmaklıklar ardından; yağmur yağıyordu...
Ve
"küçük" bir anı: İnsan boyundan kısa olan hamam kapısından ben
çıkarken babasının elinden tutmuş küçük bir çocuk oraya giriyordu; önce beni
görmedi, ben kapıdan çıkınca birden sıçradı yerinden, gözlerinde
"küçük" bir çocuğun "büyük" korkusu vardı. Başını okşadım
"ah be koca adam sen benden korktuysan..." dedim ve sustum... Sustum
yürüdüm çıktım cezaevinden; geldiğim gibi hızlı adımlarla.
Sustum.
Sustum...
Ve en çok
şunu merak ediyorum: O işkenceleri yapanlar mı yoksa o işkencelere maruz
kalanlar mı daha çok seviyordu vatanı? Ne saçma bir çıkmaz değil mi?
Görüşleri ne
olursa olsun, yaşamışlardı onlar, onları. Niyetim o ya da bu görüşün
doğruluğunu anlatmak değil. Niyetim "insan" gibi yaşama, yargılanma
ve ölme hakkını anlatmak.
Sizin için seçtiğim fotoğraflardan bazıları yukarıda bazıları ise şöyle.
Sağlıcakla kalın...
İsa GÜNERUZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder