18 Aralık 2012 Salı

ULUCANLAR CEZAEVİ

 Bu yazı tamamen içimden geçenler, paylaşmak istediklerim ve telefonumun kalitesiz kamerası ile çektiğim sanat açısından madara, manevi anlamda da bir o kadar yukarıda fotoğraflardan ibarettir.

Ulucanlar Cezaevi müzeye çevrildiği günden beri oraya gitmek görmek istemiştim. İki adımlık yol olmasına rağmen bir türlü gidip görme fırsatını bulamamıştım. Bugün gittim. Gördüm. Dışarıda yağmur yağıyordu, hızlı adımlarla girdim “müzenin” kapısından içeri. Giriş için gişeye para ödedikten sonra yine hızlı adımlarla devam ettim.

İlk koridorda üç dört adım kadar ilerledim geri döndüm. Sonra tekrar ilerledim. Adımlarım titredi nefesim kesik kesik bir hale girdi. Yürüdüm koridordan ve karış karış her yerini gezdim cezaevinin. Evet, karış karış gezdim ama anlatamam karış karış. İçim ürperdi; hangi sokaktan geçtim hangi odalara girdim bilmiyorum. Bülent Ecevit'in, Necip Fazıl'ın, Erdal Eren’in, Deniz Gezmiş'in geçtiği yollardan geçmenin ürpertisini yaşadım. "Geçtiği yollar"dan geçmenin ne zor olduğunu anlamaya çalışmak yordu aklımı. Orada solcu değildim sağcı değildim dindar değildim ateist değildim. Orada insandım ben. Gözlerim doldu burnumun direği sızladı. O şimdi "yapay" olan haykırışları duydum bir daha gözüm doldu. Koğuşun içindeki prangayı gördüm bir daha gözüm doldu, o maket fareyi gördüm bir daha doldu gözüm... Girdim o "zindan"lardan birine dokundum duvara bir daha doldu gözüm. Fonda Selda Bağcan çalıyordu "bugün görüş günüdür dost kardeş bir arada" diyordu. Baktım görüş odasına sevgiyi hapsetmişlerdi camların demir parmaklıkların ardına. Değildi dost kardeş bir arada...
Sevgisini kazımıştı gencecik canlar duvarlara, girdikdikleri çıktıkları tarihleri kazımışlardı. Yan yanaydı mutfakları ve tuvaletleri, yan yanaydı zulüm ve merhamet.
"Hilton"dan Ankara'ya baktım demir parmaklıklar ardından; yağmur yağıyordu...
Ve "küçük" bir anı: İnsan boyundan kısa olan hamam kapısından ben çıkarken babasının elinden tutmuş küçük bir çocuk oraya giriyordu; önce beni görmedi, ben kapıdan çıkınca birden sıçradı yerinden, gözlerinde "küçük" bir çocuğun "büyük" korkusu vardı. Başını okşadım "ah be koca adam sen benden korktuysan..." dedim ve sustum... Sustum yürüdüm çıktım cezaevinden; geldiğim gibi hızlı adımlarla.
Sustum.
Sustum...
Ve en çok şunu merak ediyorum: O işkenceleri yapanlar mı yoksa o işkencelere maruz kalanlar mı daha çok seviyordu vatanı? Ne saçma bir çıkmaz değil mi?
Görüşleri ne olursa olsun, yaşamışlardı onlar, onları. Niyetim o ya da bu görüşün doğruluğunu anlatmak değil. Niyetim "insan" gibi yaşama, yargılanma ve ölme hakkını anlatmak.
Sizin için seçtiğim fotoğraflardan bazıları yukarıda bazıları ise şöyle.











Sağlıcakla kalın...
                                                                                                          İsa GÜNERUZ

4 Aralık 2012 Salı

HAYAT BEDAVA



          Onlar diyorum, işte onlar... Sokaktalar. Alırken bir bedeli yoktu hayatlarının ama yaşarken her gün ödüyorlar hayatın bedelini. Hiçbiri böyle olsun istemezdi elbet; ama oldu işte.
Onlara dair dökülenler...
 

Gecenin herhangi bir saatinde
Herhangi bir bakkal dükkanından alınan
Herhangi bir poşetle ciğerin taa derinliklerine
Çekilen birkaç nefes bali
Ve ardından gelen birkaç damla gözyaşı
Birinin dudaklarından dökülen;
‘’Hayat bedava kardeş hepimiz aldık
Kimi kullandı kimi bizim gibi bir sigara dumanında yok  etti.’’ sözleri
Biri onbeş dakikalığına da olsa unuttu herşeyi
Nefretini haykırdı bağırışlarında
Kimsenin duyamayacağı kadar yüksek bir sesle.
Sustu ve çöktü olduğu yere
Cebinden çıkardığı bir kağıdı bana uzattı
Kağıdın üstündeki iki basit kelime özetliyordu hayatı:
‘’Neden böyle?’’
Evet,neden böyleydi?
Neden esrar bali tiner hapishane
Onlar mahkumdu
Neden sokaklar birer hapishane avlusu
Onlar voltada boynu bükük biçare
Bilinmez...
Ama hayat bedavaydı işte
Almasaydık keşke
İşte bu da hayatın son cümlesi
Tükenmez kalemler bile elbet tükenir bir yerde...
                                                                            İsa GÜNERUZ